İşte Gündoğdu’nun “Kudüs, Türk’ü Bin Yıllık Aşkından Tanır” başlıklı yazısı;
“İnsanlığın gözü önünde bir vahşet yaşanıyor, vicdanlar suskun. Gazze’ye yönelik işgal bütün hızıyla sürüyor, gözler kapalı. Çocuklar öldürülüyor, dünya sessiz. Mazlum bir millet kıyama kalkmış ama yetim ve kimsesiz. Çağlar boyunca nice Peygamberin emaneti olarak Müslümanların ve Türklerin koruması altında barış, selam ve huzur şehri olarak nefes alan Kudüs, yine yetimliğin, kimsesizliğin ve yalnızlığın acılarıyla baş başa.
Her köşesi nice Peygamberin kokusuyla kutsanmış ve her bir karesi ilahi esintilerle bezenmiş bu muazzez şehri fethedecekleri zaman bile bir gönlü incitmemek için azami hassasiyet gösteren Müslümanca idrak nerede?
Onunla tanışalı beri Müslüman Türk’ün rüyalarını süsleyen, gölgesinde iki rekât namaz kılabilmek için binlerce kilometre yoldan kendisini çağıran, her seher vakti Müslümanların tezekkürüyle aklanıp paklanan ve her gece onların tefekkür sağanakları eşliğinde uyuyan Mescid-i Aksa’ya hürmet nerede? O Mescid-i Aksa ki dualı ellerle huzur teknelerinde yoğrulup ilahi aşkla mayalanan Kudüs’ün bir arınma ve aydınlanma kandili olarak asırlardır Mü’min gönülleri maveraya kanatlandırmaya devam ediyor.
Bir kurtuluş muştusu olarak gönül kapılarının göklere açıldığı Kudüs, karanlığın, geçici ihtirasların ve adaletsizliğin jandarmalığına soyunan ABD yedeğindeki İsrail eliyle bir merhametsizlik ve zulüm çölüne dönüştürüldü.
Müslümanların gönül yatağı olan bu mahzun şehir gün be gün yeni işgallerle kutsal misyonundan uzaklaştırılıyor ve yüreklerin maveraya açılış şifrelerinden arındırılıyor. Bugünlerde bu kutlu şehir, bayram şekeri yerine mermi yiyen bayramlık yerine kefen giyen Gazze’nin kahraman çocuklarının feryatlarıyla inliyor. Kudüs-ü Şerif’te, zulmün ve vahşetin yürek dağlayan acıları emziriyor kundaktaki bebeklerin umutlarını ve insanlık, vatanını korumak için kahramanca şehadete yürüyen eli kolu bağlı mazlumların can yakan acıları karşısında sus pus. Yeryüzünün en ağır insanlık suçu ile en büyük günahını hayasızca işleyenler, namazlarımızın bizi Mirac’a yükseltmediği ve ibadetlerimizin yüreğimizi maveranın berrak sahillerine bir köpük misali sermediği yetim vakitlerde mukaddes bir ana kucağı olarak sığındığımız Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı ve çevresini bize yabancılaştırmak ve gönlümüzden söküp atmak istiyorlar.
İnsanlık onur ile haysiyetinin var ya da yok oluş dönemecinde olduğu ve zalimle mazlum arasındaki ince hattın en belirgin hale geldiği bu netameli günlerde yüreklerimizi yakan iki mesele var. Onlardan birisi Arap yöneticilerin tarihi ve dini hassasiyetlerden yoksunluğu, basiretsizliği ve bilinçsizliğidir. Diğeri ise Kudüs’ten, Mescid-i Aksa’dan ve orada yaşayan Araplardan bize ne? İsrail zulmü ile Filistin direnişinin Türklerle ne alakası var? diyen kendi özü ve tarihinden habersiz bir zümrenin hezeyanları.
Bu yazımızda Yüce Allah’ın çevresini mübarek kıldığı o aziz toprakların manasını yeniden düşünmeye çalışacak ve bu mukaddes beldenin Türk milletiyle olan sarsılmaz gönül bağlarına dair tarihi atıflarda bulunacağız.
1917 yılına kadar Osmanlı’nın himayesinde olan Kudüs ve çevresi, Osmanlı sonrasını planlayanlar tarafından Arapları birtakım vaatlerle Osmanlı’ya karşı kışkırtıp ayaklandırmış ve akabinde Arap-Türk düşmanlığını körükleyerek bu bölgede meydana getirdikleri boşlukta bu emellerine nail olmuşlardır. Oysa kadim yalnızlıklarımıza sadık bir dost, eşyanın kalabalığıyla kararmaya yüz tutan ruhlarımız için bir mavera aydınlığı, biricik özümüz, kendi tarihimiz, kutsalımız, harim-i namusumuz, Peygamberlerimizin ayak izlerini bağrında taşıyan kutsal emanet sandukası, ilk kıblemiz ve Efendimizin Mirac’a yükseldiği mukaddesimiz olan Kudüs, bize asla ırak ve yabancı olmamış, olmayacaktır da.
Kudüs bize en az kendi gölgemiz kadar yakın ve özümüz kadar tanıdıktır.
Kudüs, Âdem ile Havva’dır bizim için, yüreğimiz sıkışınca kırlarında gezip dolaştığımız Kenan diyarıdır, insanı kölelik zindanlarına kapatan putları parçalayarak gönülleri tevhit sancağı altında birleştiren Allah Dostu Hz. İbrahim’dir, teslimiyet abidesi İsmail’dir, bir ilahi müjde olarak gönderilen İshak’tır. Bu mukaddes belde, bütün insanlığa iffetin, ahlakın, sabrın ve güzelliğin timsali olarak armağan edilen Hz. Yusuf ile ona babalık etmiş Yakup Peygamberin mübarek ayak izlerinin saklı mahzenidir. Kudüs, Davut Peygamber’dir, Kudüs Süleyman’dır. Süleyman Peygamber’le Belkıs’ın gönüllerinin buluştuğu, yüreklerinin ilahi aşk kıvılcımlarıyla çıra gibi tutuştuğu yerdir. İsa Peygamber’in muazzam sırları ile Musa Peygamber’in asasının kudret gölgesinin medfun olduğu yerdir burası. Kudüs, Meryem yüzlüdür, Meryem sözlüdür, Meryem bakışlı ve Hz. Meryem kokuşludur. Kudüs, çağları tevhit akidesiyle mayalayan hakikat önderlerinin ve onların hikmetlerinin hatıralar yumağıdır. Bu yüzden Kudüs, her Müslümanım diyene en az kendisi kadar aşina gelir.
Kudüs, Türk’ü ihlasından ve bin yıl süren aşklarının yüceliğinden tanır.
Türklerin Kudüs’le tanış olmaları Abbasiler döneminden itibaren başlar. Halife Mu’tasım devrinden itibaren orduda ve Abbasîlerin devlet kademelerinde, görev almaya başlayan Türkler, kendileri için ordugâh olarak kurulan Samarra’ya yerleşmelerinin ardından kısa bir sürede Filistin ve Kudüs’ün kaderini belirleyecek duruma geldiler. Abbasilerin gücü azalınca pek çok bölgede onlara bağlı olmakla birlikte müstakil yönetim sergileyen devletçikler ortaya çıktı. Bunlardan biri de Türk komutan Ahmed b. Tolun’un kurduğu Tolunoğulları Devleti’dir. Abbasîlerin Filistin bölge valisi İsa b. Şeyh eş-Şeybanî’nin burada bağımsızlığını ilan etmesi üzerine bölgeye tayin edilen Türk Vali Amacur et-Türkî, Mısır valisi Tolunoğlu Ahmed’in de katkılarıyla bu isyanı bertaraf etti. Bu gelişme Türklerin Filistin bölgesine hakimiyetiyle neticelendi. İşte bu tarihten sonra bazı dönemlerde kesintiye uğramış olsa da Türklerin Kudüs’le bin yıl sürecek tanışmaları ve buluşmaları başlamış oldu.
Türklerin Kudüs’le ikinci tanışıklığı Ihşidiler (Akşitler) devrinde gerçekleşti.
Kudüs’e özel önem verip ihtimam gösteren Ihşidiler, yıkılış sürecine girinceye kadar bu mukaddes beldeyi idare ettiler ve bu coğrafyada barış ve huzuru egemen kıldılar. Daha sonra Bizans’ın kışkırtmalarıyla bu topraklarda huzur iklimi bozuldu. Şehir halkı ayaklandı. Ihşidilerin son veziri Ebu’l-Misk Kâfûr, Kudüs’e Hristiyan halkı korumak üzere bir Türk komutan gönderdi. Ne var ki bu hamle, Kutsal Mezar Kilisesi başta olmak üzere şehirdeki pek çok kilisenin yağmalanmasına ve Yahudilerin Müslüman ve Hristiyan ahaliye yönelik yağma ve tahribatlarının önüne geçemedi. Şam’da vefat eden Muhammed b. Tuğç ile Vezir Ebu’l-Misk Kâfûr’un Kudüs’te defnedilmeleri Türklerin Kudüs’le tanışıklığının ve buraya olan derin aşklarının en kalıcı vesikalarından sadece birisidir.
Türklerin tarihte bu bölgeyle yollarının üçüncü defa kesişmesi Selçuklular döneminde gerçekleşti.
Selçukluların tarih sahnesine çıkışı sadece Türk-İslam tarihi için değil, aynı zamanda dünya tarihi açısından da yeni bir milat olmuştur. Bozkırın sarışın düzlüklerinde çift başlı kartal sembollü bayrak dalgalanmaya başladıktan sonra tarihin akışı değişmiş ve bozkırın haritası boylu boyuna yeniden çizilmiştir. Bu süreçte Türkler, yüzyıl sonra Kudüs’e yeniden kavuştular.
Sultan Alparslan’ın emriyle Emir Atsız tarafından Şii-Fatımilerin elinden alınan Kudüs’te o tarihten itibaren hutbeler Sultan Alparslan adıyla okutulmaya ve bu kutsal şehir Selçuklu’nun adaletiyle yönetilmeye başladı. Selçuklu, başta Mescid-i Aksa olmak üzere bu nazlı şehri baştan ayağa imar faaliyetine girişti. Burada camiler, medreseler, kervansaraylar, darüşşifalar, bedestenler, köprüler, çeşmeler, türbeler gibi pek çok mimari eser inşa ederek Kudüs’e Türk damgası vurmayı ihmal etmedi. Bunlara dair kitabelerin tamamına yakını tahrif edilip karartılsa da tarihe namuslu gözlerle bakanlar bütün bu hakikatleri yakinen bilirler. Otuz yıla yakın Selçuklu’nun idaresinde kalan Kudüs, önce Fatımîlerin, ardından da 1099 yılında Haçlıların eline geçti. Seksen sekiz yıl haçlı vahşet ve katliamları arasında boynu bükük ve yetim yaşayan Kudüs, yeniden huzur ve selam çiçekleri açmak için başka bir Türk idaresini beklemek zorunda kaldı.
Nihayet İslam birliğini savunan Türk komutanlarından Nureddin Mahmut Zengi’nin yetiştirdiği Kudüs aşığı Selahaddin Eyyubi, Türklerin bu bölgeyle yeniden buluşmasının kapılarını açan cengâver oldu.
Yıl 1187. Sultan Selahaddin Kudüs’ü kuşattı. Şehrin savaşta zarar göreceği düşüncesi onu rahatsız ediyordu. O yüzden buraya hücum edip, şehri yakıp yıkarak girmek istemedi. Selahaddin bu şehre aşıktı, Kudüs Müslümanlarca kutsaldı, bu topraklar mukaddesti, bu şehir nazlıydı, burası Peygamberler diyarıydı. Nihayetinde Selahaddin’in bu arzusu gerçekleşti ve kuşatmayı kıramayacağını anlayan haçlı komutanı şehri Sultan Selahaddin’e teslim etti. Böylece Kudüs’teki seksen sekiz yıllık haçlı işgali sona erdi. Büyük komutan Selahaddin, aşığı olduğu Kudüs’e İslam dünyasını sevince, gayrı alemleri kedere boğarak girdi ve haçlılarca tahrip edilen Mescid-i Aksa’yı kendi elleriyle süpürüp gül yağıyla yıkattı. Burayı Hristiyanlara ait sembollerden arındırdı. Böylece Kudüs semaları, seksen sekiz yıldan beri hasret kaldığı ezan sesine yeniden kavuşmuş oldu.
Eyyubi ve Memluk idarelerinin ardından Kudüs, Türklerle yeniden tanış olma sürecine Yavuz Sultan Selim döneminde kavuştu.
Memluklular, Safevi Sultanı Şah İsmail ile Osmanlı’ya karşı gizli ittifak içine girince doğuda Safevi, batıda Haçlı tehlikesiyle mücadele eden Osmanlı, Yavuz Sultan Selim komutasında Mısır’a sefer düzenlemeye karar verdi. Mısır seferine çıkılan yolda Kudüs Osmanlı topraklarına katıldı. 1516 yılında Kudüs’e gelen Yavuz Sultan Selim, şehrin ismini Kudüs-ü Şerif olarak değiştirdi. Bu tarihten itibaren Kudüs, tam dört yüzyıl sürecek tarihindeki en huzurlu dönemine adım atmış oldu. Bu dönemde Kudüs huzur ve barış dolu günlere şahit oldu. Osmanlı padişahları Kudüs’e özel önem gösterdiler, şehrin mimari açıdan gelişip serpilmesini sağladılar. Üç dinin mensuplarını bu kutsal mekânda huzur ve barış içinde yaşattılar.
Toplamda bin yıl Türk idaresinde kalmış, öz be öz Türk yurdu haline gelmiş Kudüs ve civarı için “bizim ne bağımız var bu topraklarla?” gibi tarihimizin gerçekleriyle uyuşmayan laflar etmek en hafif tabirle büyük bir cehalettir.
Bu yüzden ilk defa Hz. Ömer tarafından fethedildikten sonra çoğunlukla Türklerin idaresi altında huzur bulan bu mukaddes topraklar, tarihi süreçte Türklerin hiçbir zaman vazgeçmediği, kendi kaderine terk etmediği ve asla vazgeçmeyeceği yüce bir ideal haline gelmiştir. Bu yüzden Türk edebiyatı Kudüs konusunda yazılmış şiir, nesir ve minyatür gibi sanat eserleriyle dolup taşar. Kudüs ve çevresinde esen her çeşit rüzgârdan Türk’ün haberi olur ve bu bölgede sallanan her yaprağın hışırtısı en önce Türk’ün yanık bağrına dokunur. Bugün o mukaddes beldelerin yüreğini vahşet ve işgal zulmüyle yırtıp kanatan günahkâr eller, bu aziz milletin vakti gelince türlü hileler neticesinde terk etmek zorunda kaldıkları bu muazzez beldeye yeniden döneceklerini ve mazlumlara yapılan bütün bu insanlık dışı muamelelerin hesabını soracaklarını asla hatırdan çıkarmamalıdır.
Bin yıl boyunca huzur ve barış içinde yönettiğimiz topraklara aidiyet duymamızdan daha doğal bir şey yoktur.
Yiğitlik, cesaret, bağımsızlık ve kahramanlık her zaman ve her dönemde ağır bedeller isteyen hasletlerdendir. Türkiye, haklı olan davalarında Filistin halkının yanında durmanın ve mazluma destek vermenin bedelini geçtiğimiz süreçte en ağır şekilde ödedi ve bundan sonra da ödemeye hazırdır. Bu bölgede ABD ve İsrail’in politikalarına karşı duruş, görünürde ülkemizin zararına gibi seyrediyor olsa da aslında bu süreç ülkemizi hem tam bağımsızlık yolunda ileri bir seviyeye yükseltmiş hem de bütün dünyada mazlumları gözeten lider bir ülke haline getirmiştir. Bu yüzden İsrail’in zulme ve işgale kalkıştığı andan itibaren dünyada bu zulme dur diyen en samimi, güçlü ve kararlı ses Türkiye’den yükseldiği gibi intifadaya kalkışan Filistinlilerin sloganlarında kurtuluş umudu olarak haykırılan tek lider ismi de Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan’dır. Buradan da anlıyoruz ki Filistinli mazlumların tek umudu Türkiye’dir ve Türk milletidir.
Hulasa, bin yıl boyunca fiilen Filistin bölgesinde kaldık, bugün yüreğimizle, dualarımızla, siyasi aklımızla oradayız ve yarın da bu kutsal mekânın sulh-sükûn ve selameti için yine orada olacağız. Zira nerede bir mazlum varsa tarih boyunca bu aziz millet her daim onların yanında olmuştur.
Şüphesiz göklerin ve yerin kapıları Allah’ındır. Bir dem gelir cümle kapılar ardına kadar açılır, kim bilir?”